30 Haziran 2014 Pazartesi

Biz Kimiz?

Böyle anneler var;

-Kabız olduk 3 gün.
-Ödevlerimizi zor yaptık.
-Babamızı bekliyoruz.
-Dün erken uyuduk.
-Saçımızı kestirdik.

Aslında buradaki fiiller yalnızca çocuk tarafından yapılıyor/yaptırılıyor. Ama anne hep böyle konuşuyor.
Ben mesela bayılırım "Oğlum" ile başlayan cümleler kurmaya;

-Oğlum , erken uyudu.

gibi...

Çocuğa destek olmaya çalışıyorlar belki...Yalnız olmadığını , yanında hep bir annesi olduğunu anlatmaya çalışıyorlar da...Çocuk kabız ise, "olduk" demenin ne yararı var...Anne göbeğinden çıkardığı bebesinin büyüdüğüne inanamıyor belki. Belki çocuğun bambaşka bir birey olduğunu kabul etmek/etmemek  ile ilgili olabilir. Ya da sürekli empati yapan, çok fedakar bir anne olmakla ilgili...Bilemedim..


29 Haziran 2014 Pazar

Her eve bir Kronejäger lazım

Biliyorsunuz, bizim böğürtlen burunlu, bambini yanaklı, tontiş kulaklı Maya, sağolsun doğuştan ağlak bir bebek. İlk 3 ay kolik sandığımız ve benim burada sizinle kolik bebekle nasıl başa çıkılır/çıkılmaz konusunda paylaştığım yazımda da bahsettiğim gibi, kolik ağlaması 4. ay boyunca dinmeyince, burada da yazdığım gibi tam keçileri kaçırmak üzereyken, çocuk doktorumuzun sayesinde soluğu şehrin "ağlayan çocuk merkezi"nde almış ve biricik yevvvrumuza şurada da bahsettiğim "regülasyon bozukluğu" teşhisi konulmasını takiben, hayatımıza bir adet "Dr. Kronejäger" gerçeği girmişti. Kendisini ilk başlarda sevemedim hatta şurada da bahsettiğim gibi kendisine Dr. Nazi adını bile verdim. Hey gidi günler hey.. Meğerse bu Dr. Nazi, bir cevhermiş de haberim yokmuş.. Regülasyon bozukluğunu yenmede ve sonrasında her başım sıkıştığında verdiği ve benim de dönem dönem sizlerle paylaştığım ipuçları sadece anneliğe değil, adamın kendisine bakış açımı dahi çok değiştirdi. Şu an benim için Dr.Kronejäger eşittir bir Dr.Gregory House. Huysuz muysuz ama tıbbi cevher diyorum. Adama tapıyorum. İyi ki var. Nokta.

"Jäger" nedir bilir misiniz? Oldukça sert bir içkidir. Yemeklerden sonra hazmı rahatlattığı falan söylenir. Dolayısıyla, doktorun adının son yarısında bulunan bu hazımsızlık giderici etki, sadece hoş bir rastlantı değil, adam düpedüz benim "annesel hazımsızlığıma" iyi geliyor yahu. Krizlerden sonra al bir Dr. Kronejäger, rahatla, oh missss! Hele hele çocuklu hayatla mücadelede kendini geceleri şaraba, sabahları kahveye dayama şansın yoksa, kahpe kaderin bir cilvesiyle hala ve inatla emziren, beyni türlü bağlanma odaklı ebeveynlik (aka. attachment parenting) zırvalığıyla (töbe töbe, çarpılıcam şimdi) yıkanmış montofon anneysen.. Hoşgeldin klübe, çek bi fırt Dr.Kronejäger'den, rahatla... Oh missss.

Dr. Kronejäger'e düştü yolum yine bu hafta. Çünkü daralıyorum dostlar. Ağlak kızın çığlıkları, azı dişlerini çıkarmaya azmettiği bu günlerde (tabii ki tek azı dişi çıkarmak da neymiş, çıkarmışken dörder dörder çıkarmak farz!) opera sanatçısı kıvamından bir desibel öteye atladı. Vallahi kulaklarımda daimi bir çınlama, bir tinitus'ceğiz oluştu, geçmiyor.. Bulutsuzluk Özlemi Nejat'ın "Beynim Zonkluyor" derken ne demek istediğini anlamış bulunuyorum!

Neyse, özetle: kız ağlar, ben ağlar, Beyaz Atlı Prens kızı kucaklamış, beni öperek okşayarak hangimizi sakinleştireceğini bilemez haldeyken bana bir gülme krizi gelir. Ben bir ağlar bir gülerken, bu olayın tuhaflığı kızı da güldürür, biz ailenin tuhaf kadınları böyle gözyaşları içinde gülerken, Beyaz Atlı Prens şaşkoloz kalakalır falan. Ay bir durum komedisi halimiz.. Ertesi sabah bir doz Kronejäger almam icab etti tabii. Sinirler laçka. Adamın etinden sütünden faydalanıyorum, napiim, gurbet elde fazla okumuş entelajans annenin ev annesine dönüşme durumunda yaşadığı kozmik buhranlar, varoluşsal hezeyanlar arasında bu kaçış: "parasıynan" değil mi hacı!?

Anam annelik ne zormuş beh! Dostlar başına.. Neden elalemin bebeği miyk miyk ağlarken benimki hüloaaaaaaağ diye ağlıyor bilemiyorum ki? Ya tamam, ben de biliyorum gülmesi de bi coşkulu bu kızın, geçen gün babası "kanıt olsun cepte dursun" diye telefona kaydetmiş, tam 25 dakika aralıksız ikimiz gülüyoruz böyle önlü arkalı, haberimiz yok kayıt altına alındığımızdan. 25 dakika aralıksız gülüyoruz, Allah hep güldürsün de, o da biraz manyaklık tabii. Güldüğümüz şeyi de sormayın hiç, saçma sapan bebek mizahı işte, konusuz. Güle ağlaya büyüyoruz ikimizde sanırım..

Velhasıl, Dr. Kronejäger'a dedim ki "ben keçileri kaçırmak üzreyim doktor civanım.. bu kız niÇIN ama niiiiÇIN böyle ağlak?". O da dedi ki "sayın bayan, bunlar büle olur, sizinki biraz histerik nevrotik bir şahsiyet, büle yani, kabul edeceksiniz, siz kendinize bakacaksınız, güçlü olacaksınız, gerektiğinde bebeği bırakacak evden kaçacaksınız". Dedi. Vallaha dedi. Fazla okumuş, fazla araştırmış, fazla düşünen ananın sonu: Evden kaçan ana fenomeni. Buyrun bakalım..

Çarşamba babanneye ve Cumartesi babaya bırakarak 2'şer saat kadar spora kaçıyorum her hafta, sapık gibi koşuyor, manyak gibi bisiklet çeviriyor, fırsat bulunca 18'lik dilberlere aşık atmaya Zumba'ya falan katılıyorum, lakin yetmiyor. Kız büyüdükçe sesi de büyüdü be anacığım. Desibelin bir üstü nedir, bilemedim, yakında sesiyle kristal bardak, pencere, tava falan patlatır bu kız. Müziğe de ilgisi var, özellikle de klasik seviyor (lakin geçen gün oyunhavasında da kıvırta kıvırta oynadı, bilemedim nedir bu hali). Ağacı yaşken eğmeli belki de bir musiki hocası tutmalı, mesela bir Muhsin Bey, piyano hocası... Yakışır.. Lakin evet, dağılmayalım, keçiler kaçmadan, bana evden kaçma reçetesi yazıldı. Uygulamada ne derece yol alacağım bilmiyorum, ama evet, sonbaharda işe ve doktoraya geri dönmeyi de planladığım için, mart kedileri misali her fırsatta (yavaş yavaş dozu arttırarak) kapıyı açık bulduğum an, evden kaçmaya niyet etmiş bulunuyorum. Du bakali n'olcak?

Kızdan yana korkum yok, kendisi sosyal ötesi bir insan evladı olduğu için, onunla oynayan birilerini bulduğu sürece bensizliğe fazla takılmıyor. Ben eve gelince "mam-maa" diye çığlıklar ve el çırpmalarla karşılanıyorum ama giderken oralı olmuyor pek, daha ziyade "defol git ne halin varsa gör, rahatla da gel, seni öğlenden sonra süründüreceğim nasılsa" bakışı atıp, kafasını çeviriyor. Lakin ben bırakamıyorum, kıza bağımlı oldum, resmen Stockholm Sendromu yaşıyorum bu çocuğa karşı.. Ağlamadığında, süper bir insan evladı kendisi.. İnanınız lütfen.

Kıssadan hisse: uzay mekiğinin bağlı olduğu roketten ayrılma çalışmaları başlamıştır. Stop. İlk adımı 1 ay önce attık, 1 aydır Maya kendi odasında, kendi yatağında, kendi kendine uyuyor (yuppii evet ben BİLE başardım bu işi, çok zor değilmiş yav, yazıcam bunu bir ara, fırsat olmadı çenelemekten). Ve inşallah ikinci adımı yani bu sıralarda iyice azalan emzirme maratonumuzu da yakında bitireceğiz (esenliğe kavuşur kavuşmaz önce çılgınlar gibi içeceğim yani 1 birayla sarhoş olacağım, ertesi sabah da tam 1 litre kahve içip kutlayacağım ve sonra cırcır olacağım ama size memeden kesme hikayemi de yazacağım). Ve yazın uzun ve güzel günlerini kızımla bolca kucaklaşarak, oynayarak, ara sıra böyle ağlama gülme krizleriyle falan geçirdikten sonraaaa, inşallah sonbaharla birlikte aldığım ve 1 yıldır depe depe kullandığım annelik iznimi, ben de yavaştan artık geri iade edecek ve işime gücüme döneceğim. Haydi bakalım, düğmeye bastık, yelkenleri açtık! Vira vira!

25 Haziran 2014 Çarşamba

Up! ve 6-12 aylık bebekle oyun ve aktivite önerileri

Pixar'ın "UP!"ı çok çok çok ama çok sevdiğim bir çizgi filmdir ve şansıma Maya'nın bu sıra dilinden düşürmediği kelimelerden ya da onun bakış açısıyla oyunlardan biri de UP! Bu oyun için bir adet "Up! Up!" (yukarı, yukarı!) diye bağıran bebek, bir adet güçlü kollara ve bele sahip anne ya da baba ve bol miktarda açık alan gerekiyor. Up! Up!'layan bebeğe sinsice (tercihen yerde asker gibi sürünerek) yaklaşıyor ve birden kucağınıza alıp havalandırıyor ve ev içinde bebek kucağınızda ve bir aşağı bir yukarı uçak uçurur gibi ordan oraya koşturuyor, bebeğinizin kahkahalarına eşlik ediyorsunuz. Ama önce Allaşkına yerdeki on bin LEGO parçasını toplayın çünkü şu evrende üç tür acı vardır: fiziksel acı, psikolojik acı ve ayağa batan LEGO parçasının verdiği acı.. Öyle yani..

Hazır bu yeni oyunu tavsiye etmişken, bu vesileyle şu "bebekle oynanacak oyun, yapılacak aktivite" serimizin ikinci yazısına da bir el atayım istedim. Bu serinin 0-6 ay bebekler için oyun ve aktiviteler hakkındaki ilk yazısını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

6-12 ay arası çok eğlendik çünkü bu dönemde Maya artık sadece benim ellerimde tuttuğum, parmaklarıma taktığım kukla ve oyuncaklara bakarak heyecanlanmak, uzanmaya çalışmak, eline alıp ağzına sokmak yerine, aktif olarak oyunlara katılmaya başladı. Oturma, emekleme ve uzanmayla birlikte küçük kas becerilerinin de gelişmesi sayesinde en sevdiği oyunlardan biri "vur ve dinle" oldu. Yani bebeği yere oturtuyorsunuz, önüne farklı malzemeler koyuyorsunuz ve kendi haline bırakıyorsunuz. Ben yaşına uygun LEGO parçaları, tahta kaşıklar, metal kutular, plastik nesnelerden başlayıp tava tencere, kalem kutusu, hışırdayan kap kağıtları, toplar, çiçek ve bitkiler, çeşitli meyve ve sebzeler, balonlar ve ipler ve devamında neye uzandıysa verdim, çok yakınında durmadan ama gözüm de üzerinde olacak şekilde kendi haline bıraktım, ister ağzına soktu, ister kokladı, ister fırlattı. Dıştan bakıldığında sınır koymayı hiç bilemeyen bir anneyim evet :) Ama bence (biliyorsunuz full time anneye bağlayan Klinik Psikolog olmak için bu bünye 10 sene okudu ve de hala okuyor, yani bu cümledeki "bence" aslında "bizce", "onlarca", "uzmanlarca"nın harmanlanması oluyor öhöm diyerek havamı da basayım, havam batsın) bu yaşta "nesnelerin tanınması" beynin gelişimi için çok önemli, inanın o bin para verdiğiniz çıngıraklardan, organik boyalı oyuncaklardan çok daha ilginç bu "gerçek dünyaya ait nesne"ler. Ayrıca tek başına oyun için mutlaka zaman ayırmanızı öneririm. Yaşamın ilk yılında bile olsa; bebeklerin tek başlarına zaman geçirmeye, kendi sınırlarını kendileri kurmaya ve öğrenmeye, bağımsızlık ihtiyacını gidermeye ve kontrollü yaramazlık dediğim şeye ihtiyaçları var. Kendi kendine oyun ve kontrollü yaramazlık çocuğun ilerde "anneğğğğ ben sıkıldııııığm" diye başınıza ekşime huyu geliştirmemesi için de önemli ve yararlı, bakınız buradan okuyunuz. Özellikle emekleme ve ayaklanma döneminde insanın içi gidiyor her düşüşte ama bir şeyi kendi kendilerine becerdiklerinde yüzlerindeki o zafer bakışını görmeye değer! Tabii bu bakışı görebilmek için çocuuuuunuz "tek başına" oynarken siz de "tek başınıza" elinizdeki akıllı telefonla oynamıyorsunuz, çocuğu uzaktan destekleyerek manuel dünyaya ait kendi işlerinizi yapıyorsunuz. Bu konuda hassasız, lütfen akıllı telefonların yarattığı aptal sosyal sorunlar hakkında şunu da okuyunuz.

Maya'nın en çok sevdiği oyunlardan biri de "sakla ve unut" yani oyuncakları ya da elindeki kayısıyı ya da benim ev anahtarımı ya da babasının cüzdanından aşırdığı ehliyetini aklına gelen ilk çekmeceyi açıp içine koymak, sonra size fellik fellik aratmak ya da aradan 2 gün geçtikten sonra birden ortaya çıkarmak (bebek eşittir köpek tezimi doğrulayan bir örnek daha). Bu oyunu oynamak istemiyorsanız, çekmecelere bebek kilidi takın derim. Ben seviyorum bu tip zihni sinir projelerini, yasaklara da karşıyım, o nedenle bizim evde kaos ve cümbüş kuralları hüküm sürüyor ve bu oyunu da severek oynuyoruz.

Bir diğer oyun, "kutu içinde kutu içinde kutu" oyunu, ki fikir babası benim dedem olur. Dedem ananeme bir nişan hediyesi yollamış efenim: kocaman bir kutu. Ananem heyecanla kurdaleyi çözmüş, içinde bir kutu daha, onu da çözmüş bir kutu daha, onu da.. Derken ennnnn içinden ufacık bir kutu çıkmış. Hikayeyi bin kez dinledim ama o kutunun içinden ne çıkmış hatırlayamadım bak.. Lakin dedemin zihni sinir aşk projesi bak kaç nesildir ailenin kadınlarını oyalıyor.. Aynı oyunu kutu içinde yutulmayacak türde ev eşyaları ile (mesela rengarenk plastik kaşıklar, lego parçaları) oynayabilirsiniz.

Sıcak günlere özgü bir başka oyun da "sulu şakalar" oyunu. Bunun için bebek küvetini suyla dolduruyor, bebetoyu küvetle birlikte balkona oturtuyor, yıkanmasını istediğiniz oyuncakları küvete atı atıveriyorsunuz. Oyunun mantığını anlayan bebek ilerleyen günlerde zaten kendi seçtiği oyuncakları bulup getirip küvete atıp atıp çıkarıp geri atıyor. Balkon da yıkanmış oluyor bu vesileyle.

Bu oyunlar dışında tabii ki; topları on yüz bin defa at tut, tahta küplerle kuleler yap ve devir ve alt kat komşuyu delirt, çocuk bahçesinde anana el sallaya sallaya çalılığın arkasında gözden kaybol ve panik içinde geri gel ve oral dönem çocuğunun klasik sevdası yerde ne bulursan ağzına sok ve yenebilen bir şey mi öğren, bu sevda uğruna git ayakkabılıktaki ayakkabıların altını yala ve anneni delirt oyunları da bu dönemde en sevilen oyun ve aktiviteler arasında.

Açıkcası 6-12 ay dönemi çocukla mümkün olduğunca dışarıda sosyal mekanlarda zaman geçirmenizi öneririm. Bu sayede bebeğin doğal dürtüsü olan "her saniye yeni bir şey keşfetme" ihtiyacını da karşılamış, sosyal becerileri gelişmiş bir evlad-ı muhterem sahibi olacaksınız (ve de zaman daha hızlı geçiyor ev dışında, oh be bugünü de ölmeden ve öldürmeden tamamlayıveriyorsunuz).

Özetle, pahalı oyuncaklara ve 7/24 gözetim altında tutmaya gerek olmadan da çocuğunuzu eyleyebilirsiniz. Bu yaş çocuğu için artık günün her saniyesi "oyun" anlamına geliyor, çünkü onlar yaşamı oyunla öğreniyor, sosyal, fiziksel ve bilişsel becerilerini geliştiriyorlar. Biraz yaratıcılık ve bolca enerji ile, 6-12 ay dönemi çocuğuna farklı ve eğlenceli ortamlar yaratabilir, hayat hakkında yeni keşiflerde bulunmasını sağlanabilir, gününüz "rutin"e dönmeden, sıkılmadan ve sıkmadan ve "entellektüel ev annesi"ne özgü varoluşsal kaygılar içine girmeden de gül gibi yaşayıp gidebilirsiniz. Şiddetle tavsiye olunur.

24 Haziran 2014 Salı

Pinokyo, bisiklet olan...

Ben, çok ama çok mutlu bir çocukluk dönemi geçirdim. İçim coşardı, çok özgür, çok sevdiklerimle, çok çocukla, çokça sokakta...Bisiklete binmeyi çok zor öğrenmiştim. Ama öğrendikten sonra, ellerim havada kullanmaya başlayan türlü numaralar öğrendim.  Pinokyo mavi-lacivert bir bisikletim var-dı. Parçalamıştım, babam defalarca fabrikaya götürüp kaynak yaptırmak zorunda kalmıştı.Pazar günleri  trt'de verilen sirk programlarını izler, bisikletle yaptıklarını yapmaya çalışırdım. 12 li bir merdivenden , bilinçli uçmuşluğum vardı..
O bisiklet, ben ergen olduğumda , benden habersiz, bisikleti olmayan komşumuza verilmişti. Kahrolmuştum, ama şimdiki çocuklar gibi vırvırvır annemin beynini yiyememiş, kocakız oldum, bisiklet alamayacak birinde bari falan demiştim ama ..Aradan minimum 20 sene geçti...Geçti gitti sanıyordum.
Annemin kanser olduğunu öğrendiğim, Kadıköy'den otobüsten inip elimde raporlarla yere bakarak yürüdüğüm gündü. Salı pazarının orada bisikletçi var, bisiklet tamircisi aslında daha çok...Yanından geçerken üstünde 4 tane daha bisiklet olan "mavi-lacivert pinokyo" mu gördüm. Çok sakince elimdeki raporları bıraktım köşeye, tek tek kaldırdım o bisikletleri. Lastikleri patlak, selesi yok, boyası çok kötü, çamurlukları paslanmış bisikletime baktım. Kaynak yerlerini kontrol ettim, oydu. Dükkan sahibi geldi..
-Beğendin mi abla, Bir dizi çekimi için pinokyo arıyorlar da, bunu beğenmediler.
-Alıyorum, dedim. 
2,5 yeni bisiklet parası verdim. 
----------------------------------------
Ev şu anda ufak bir tadilatta, usta aradı. 
-Abla bu bisikleti atıym mı napıym?
-Sakın!!! Akşama duvara asma aparatı getireceğim , yukarı monte ederiz ..
-İyi sen bilirsin ...dedi..

Bir daha kimseye kaptırmaya niyetim yok.. 
Eğer bir gün kıyar da, Kadıköy'de külüstür pinokyo'ya binen biri görürseniz, o benim işte!






23 Haziran 2014 Pazartesi

Bir veli piştisi

Oğlanı erken aldı Ex. Benim evin yakınındaki parka götürdü. Ben de iş çıkışı parka gittim , alacağım minnoşu.
Sınıf arkadaşına rastlamış, onunla oynuyo, Ex'te diğer çocuğun annesiyle laklaklak...Gittim oğlumun yanına, öptüm falan , bu ikilinin yanına gittim. Ex "benim gitmem lazım" dedi..Oğlanı öptü, gitti.
Ben diğer anne veli ile başbaşa kaldım.
-Ay ne ilgili bir babaaaaaa
-Evet
-..... Kursuna göndericekmişsiniz,araştırmış, ben de mi göndersem acaba...
-Aaa evet, araştırdım. Oraya gidecek..Tavsiye ederim yani...
-Tek çocuk mu sizin
-Evet
-Benimki de tek ama maddi kaygılar falan yüzünden ikinciyi yapmayacağız. Siz düşünüyor musunuz?
-Yok , ben babasıyla boşandım, bir daha da düşünmüyorum, iyi arkadaşları olsun , ona yeter ..
-Aaaaaaaaaaaaa!!! Hiç belli olmuyo ama boşandığınız, evli gibisiniz yani...
- :)))  evet, evli çiftler artık böyle gözüküyor hakkaten :)))
-Yok yani çok medenisiniz.
-Çocuğumuz var, işte, olabildiğince....
-Ama iyi bi baba yani çok ilgili
-Evet , iyi bir baba, hıhı..
-Ay lokum gibi adam ya, valla barışırsınız bence...

----------------------------------------------------
İçses : Sence? öyle mi? Ne biliyosun. Parkta sadece kendi çocuğmuz değil, 4 mahalleden çocukların yanında  ne yapıcaz, ne hayal ediyorsun.. Potansiyelimiz var ama test etmiyoruz. Tüm ülke çocukları için...
----------------------------------------------------
-Lokum sevmiyorum da...
Oğlum yemek yedin mi? Hadi eve gidiyoruz bak geç oldu, tamam 5 dakka daha....
-Yani siz daha iyi bilirsiniz..
-Neyse, tatile nereye gidiyosunuz..
---
----
------
5 dakika boş boş muhabbet...Ardından eve kapağı atış..Oh be..

Şatoda düğün

Haftasonu komşu ülkeye düğüne gittik. Gözünü sevdiğimin Evropa'sı, 2 saat direksiyon sallıyorsun yepyeni bir ülkedesin; insana kısacık bir haftasonu kaçamağı bile bir tatil, bir arınma, bir yenilenme olarak geri dönüyor. Velhasıl; ulu dağları, içinden buz gibi ve bembeyaz nehirlerin aktığı derin vadileri, yemyeşil çayır ve ormanları, bu cümbüşün içinde mutlu mesut geviş getiren inekleri ile ünlü bu ülkenin bu kadar yakın olması bir şans. Bagajda ufacık, içi dolu turşucuk bir bavul, cama asılmış bir takım elbise ve bir kıpkırmızı seksi bir elbise, yanında bir de flamingolu minik elbise ve tüm bunların içini doldurmayı sabırsızlıkla bekleyen biz üçümüz, tıngır mıngır yollara düştük, kıvrım kıvrım dağları aştık, mis gibi doğanın içine, çıngırak sesleri ile hafif çiçek kokularını harmanlayan o güzel Avusturya Alplerine kavuştuk. Tüm bunlar olurken, uyku saatine denk gelen yol boyu uyuyan bebek de ne güzel şey.. 

Yol bizim evden tam 2,5 saat sürdü. Hala karlı ulu dağları aştık, aşamadıklarımızın altından, tünellerden geçtik, bazı nehirlerin tepelerindeki viyadüklerden hopladık derken geldik ŞATO'muza! Evet şato, bildiğiniz, kenarları duvarla çevrili, kale burçları olan, ortasında geniş bahçesi, ana avluya kurulu, kilisenin çevresinde son derece geleneksel döşenmiş odalar ve geleneksel dağ yaşamının (ekim, dikim, pişirim) layıkıyla devam ettirildiği, muhteşem bir mini-otel Schloss Kammer. Böyle Alplerde romantik bir kaçamak arıyorsanız, yazın doğa yürüyüşleri, gölde yüzme, kışın kayak ve türevlerini yapmak için, mis gibi dağ havasını solumak için ideal. Bebekle ve çocukla da rahat, sakin, eğlenceli. Çok çok tavsiye ederim (hoş, Zell Am See'de nedense sadece gözleri gözükecek derecede burkalara bürünmüş, tombul çocuklarına su bisikleti kiralayan ve kendileri de burka altından dondurma yiyen bir Arap turist patlaması vardı ama..) Şato'nun restaurantı ve bira bahçesi özellikle muhteşem, düğün olmasa da bölgeye özgü gurme tatları bulabilirsiniz..

Düğün romantikti tabii. Kale burçlarının içindeki bahçede öğlen 3'te kokteyl ile başladı, akşam 7 gibi yemek yendi, biz Maya ile 9'da odamıza çekildiğimizde müzik ve dans devam ediyordu. Maya flamingolu elbisesini yarım saatte üzerinde paralarcasına çekiştirdiği için tabiri caizse don-gömlek katıldı düğüne ve benim seksi kırmızı elbiseye de çilekli parmaklarıyla bolca abandı, yerlerde süründü, düğün konuşması sırasında çenesi düştü ve hatta gitti gelinin eteğine oturdu ve 30 kadar konuğa dönerek ellerini de havaya kaldırarak blabla'larla bir konuşma da yaptı. Sanırım yeni evli çiftten çok Maya'nın fotoğrafı çekildi ama genel olarak bebek olduğu halde uyumluydu ve kendi düğünüm dışında ilkkez bir düğünde gerçekten çok eğlendim (evet ben kendi düğünLERinde (aynı adamla 3 adet) de çok eğlenen az sayıda insandan biriyim hehehe). Bu çift de bizim gibi çift kültürlü olunca tabii tadından yenmiyor, dünyanın dört bir yanından davetliler gelmişti ve kimse kokoş değildi, topuklular belli saatten sonra fırlatıldı çimenlerde yalınayaktık hatta içkiyi bol kaçıran "bazı İngilizler" şatonun minik göletine daldılar falan. Bir ara gökyüzüne doğru kırmızı balonlar uçurduk, birkaçı patladı, bazıları teeeee Alplerin yamacına kadar izlenebildi. İçine güzel dileklerimizi ve düğün sahibinin adresini yazdık ki bulan olursa geri yollasın posta ile, hoş bir kavuşma olsun. Sevimli di mi? Ahhh yemekler de muhteşemdi, gece yattığımda göbeğimin içinde çilekli pasta başta olmak üzere, somonlu kanepeler, nefis ızgara balık ve muhteşem mavi peynir ile geleneksel cevizli ekmekler dans ediyordu..

Bebekle düğün.. Çok basit; şapkayı tak, güneş kremini sür, flamingolu elbiseyi çıkar ve bebeği çimene sal. Fazla elleşme, bırak oynasın, gitsin insanlarla sosyalleşsin, arada yanına geldikçe ağzına somondur, çilektir falan tıkıştır, bolca da su ver, uykusu gelince de kap uyut, tamam. Zor bir şey değil, stres hiç değil. Eğer düğünün olduğu yerde konaklama şansınız varsa (biz bunu özellikle tercih ettik ve bu sayede hem de şatoda romantik bir haftasonu geçirmiş olduk) ya da bebek huysuzlanırsa onu sakinleştirecek / uyutacak bir alan yaratabilirseniz, gerisi kolay. 

Böylece vaftiz, düğün ve çeşitli kutlama partileri ile dopdolu bir yaz sezonunu açtık, bu yaz neredeyse her haftasonu bir başka etkinliğe davetliyiz ve bu etkinliklerin hepsine de bebekle katılacağız. Sırası geldikçe bol bol anlatacağım ve delirmeden bebekli tatil ve sosyal aktiviteler hakkında küçük ipuçları ile ufak seyahat önerileri vermeye devam edeceğim. 

Kaynak var valla..

TÜİK verilerine göre Türkiye'de geçtiğimiz yıl intihar edenlerin yüzde 48,8'i evli kişilerden oluşurken, 

erkekler arasında en fazla evli olanların intihar ettiği söyleniyor. 




Kadınlarda ise evli olanlar kadar hiç evlenmemiş olanlar da yakın oranlarda intihar ediyor.

İntihar eden cinsiyetler arasındaki farklılığın en yüksek olduğu yaş grubu ise 25-29 yaş arası oldu. Bu yaş grubunda 249 erkek ve 73 kadın intihar etti.

Psikiyatrist ve psikoterapist Doçent Dr. Armağan Samancı, erkeklerde intihar vakalarının yalnızca Türkiye'de değil dünya genelinde yaygın olduğunu söylüyor.
"Dünyanın her tarafında erkek intiharları daha fazladır" diyen Samancı, "Ülkemizde ise erkekler için zor bir dönem başlıyor. Hem iş alanında başarılı olmak zorundalar hem klasik ailenin ekmek getiren bireyi olmak konumundalar, ekonomik koşullar içerisinde daha iyiyi sağlamak durumundalar, yeni nesilin beklentileri doğrultusunda duygusal olarak iyi hissettiren olmak durumundalar; yani önümüzdeki 10 yıl içerisinde şu an gördüğümüz gibi yaşamsal anlamda erkeğin daha zorlandığı bir dönem olacak" ifadelerini kullandı.

kaynak : http://www.wsj.com.tr/article/SB10001424052702304911804579635982206683394.html

-------------------------------------

Dayatılan hiç birşey olmak zorunda değilsiniz .. Hem it gibi çalışacaksın, hem karını, çocuğunu koruyup kollayacaksın , kadın ev temizleyince , çocuk doğurunca, ağda yapınca , "kadınım ben" diye dolaşıp başka birşey yapmayacak, hem maddi olarak sıkıntıya düşmeyeceksin, hem "adam gibi adam" olacaksın...
Boşanın erkekler ya, intihar ne , değer mi? 
Yeni nesil değişiyor. Kız çocukları da...Erkek çocukları da..







21 Haziran 2014 Cumartesi

Cİbalikapı balıkçısı

http://www.cibalikapibalikcisi.com/

Haliç'i bilemem ama Moda'daki cibalikapı balıkçısında, ne güzel güzelleşiliyor arkadaş...

Girit ezmesi , kurutulmuş domates sarması , papaz yahni, deniz börülcesi ....

Ahtapot ızgara...

Deneyin...

Bir de bana dua edin....

Bir Hangover...


Sallangoz

Yağmur yokken nerdesin hakkaten?

Nereye sakkanıyosun sallangoz kardeş?


19 Haziran 2014 Perşembe

Bağğyan arkadaş arıyorum, pıh pıh!

1980'lerin sonunda bir telsiz merakı başlamıştı herkeste, bilmem hatırlar mısınız? Ben de keçi inadımla tutturmuş ve annemleri bıktırmış, kendime bir "walkie talkie" aldırmıştım. Fakat bu oyuncak tahminlerden daha yaman çıkmış, birkaç yüz metredeki telsiz frekanslarını gayet iyi alıp beni davudi sesli "bağyan arkadaş arıyorum, bağyan arkadaş arıyorum, pıh pıh!"çıların arasına düşürmüştü. Tabii ki ben "aaa beni arıyolaaaar" diye heyecan yapsam da, neyse ki ailem telsizi sadece yanlarındayken kullanmama izin vererek başıma bir çocuk tacizi hadisesi gelmeden bu merak dönemimi kazasız belasız atlatmamı sağlamıştı. Hey gidi günler.. Lakin benim genç dimağıma o günlerden bir "bağyan arkadaş arama merakı" işlemiş, şu sıra iyice su yüzüne çıktı bu. Maya'nın çevresinde nedense hep erkek çocuklar var ve ben yakın kız arkadaşları da olsun istiyorum. Bu nedenle gözlerim fıldır fıldır; oyun bahçelerinde, sokakta, sporda, yürüyüşte, alışverişte, trende, nerde bir kız çocuk ve anne ya da baba görsem, hop, damlıyorum: "Arkadaş olabilir miyiz bağğğyan?" Pıh Pıh.

Bizim kızlar ve oğlanları neyime yetmiyor derseniz, vallahi süperler, Allah ayırmasın bizi de.. Kız çocuk başka be azizim.. Artık hafif hafif bebeklikten çıkmaya, beni taklit ederek cinsiyet rollerini öğrenmeye, çeşitli kızsal şirinlikler yapmaya başladı ya bizim çitlembik; beni gülmekten kırıyor hele artık babasını görseniz, deliriyor bu "minik bayan" hallerine. Kız çocuğun bu kikirdemeleri, kıvırmaları, şirinlik gösterileri ve sosyal zekanın mekanik zekadan daha bu yaşta bilinçli şekilde ayrıldığını gösteren komik halleri hakikaten bir alem.

Maya'ya hamileyken rüyamda hep erkek çocuk görürdüm. Oysa tuhaf bir şekilde eşim de ben de isim ararken tek bir erkek ismi bile düşünmemiştik, sonra ikili test sonucunda genetik tarama yapılması gerekince, bir kızımız olacağını öğrendik. Ben resmen koltuktan fırlamış havalara uçmuşum, eşim ise sevinçten ağladı. Bir kız evlat, en önemlisi de sağlıklı bir kız evlat.. İnsan daha başka ne isteyebilir ki?

O günlerde ve sonrasında her zaman gururla "kızım olacak" dedim soranlara. Bir kez bile "oğlum olsaydı keşke" geçmedi aklımdan ama oğlum da olsa, sağlıklı bir erkek evlat der yine sevinirdim. Bazı insanlar kız çocuk sahibi olmanın güzel yanının "saçlarını uzatmak, elbiseler giydirmek" olduğunu ya da kızların erkeklerden daha kolay yetiştirildiğini, daha uslu olduklarını, aileye bağlı olacaklarını (ilerde başka kızlarla sürteceklerine, sana bakacaklarını) sanıyor ve bunu bloglarında yazıyorlar! Ben bu kadar sığ düşünebilen annelerin - kadınların var olduğuna şaşırıyorum, bu yüzeysellikten canım sıkılıyor. Kız ya da erkek, evlat ayrılmaz. Bunu söz konusu bloğun sahibi de söylemiş, hakkını yemeyelim ama yazının genelinde "nasıl da şanslıyım erkek evlat doğurdum, bir daha doğurursam yine erkek doğurmak isterim" tarzının olması, bu fikrine karşıt yaratmış. Onun adına üzüldüm, çok istediğini söylediği ikinci evladı yapmadan önce bu düşüncesini umarım değiştirir.

Kız çocuk sahibi olmak, tokalar, elbiseler değil, ileride sana bakacak, daha eve ve aileye bağlı olacak, faydalı bir evlat demek değil, büyürken daha az dert çekmek, daha kolay çocuk yetiştirmek demek değil. Ama kız çocuğa sahip olmak bir lütuf. Kız çocuk olmak, kadın olmak bir lütuf çünkü. Bunu cinsel kimliğiyle, bedeniyle ve ruhuyla barışık, kadınlığıyla gurur duyan her kadın, her anne en içinde hisseder. Bu nedenle bir lütuf kız çocuk sahibi olmak.. Bir kız çocuğuna kadınlığıyla gurur duymayı, dünyayı döndüren, iyiye doğru değiştirebilecek bir enerjiyi içinde taşıdığını öğretebilmek bir lütuf. Yoksa evladın kızı da erkeği de bir ve evladın kızı erkeği olmaz, hele bu devirde, insanlar artık cinsel kimliklerini daha özgür ifade edebilirlerken, tek bir cinsiyeti öne çıkarıp diğerini değersiz kılmaya çalışmak hiç olmaz.

Önemli olan cinsiyeti ve cinsel kimliği ne olursa olsun kendiyle, ruhu ve bedeniyle barışık, tüm cinsiyetlere saygılı, insan gibi insanlar yetiştirebilmek. Bunun için evlatlarımızın her şekilde arkasında, yanında durmalı, onları "kız" veya "erkek" olarak görmektense "evlat" olarak gördüğümüzü ve her koşulda gurur duyduğumuzu onlara anlatmalıyız.

17 Haziran 2014 Salı

Kızımdan öğrendiklerim

"Öğrenen" anne olarak, kızımdan öğrendiklerim: 
(listeyi her ay güncelliyor ve tekrar düzenliyorum)

Kızım 1 yaşındayken: Tamam artık herşeyi ağzına götürmüyor derken, kaşla göz arasında kaçıp ayakkabılıktan özenle seçtiğin ayakkabı tekinin altını yalayabileceğini, yoğurt kabıyla başbaşa kalıp bu seviyeli birlikteliğinizin ilk saniyesinde kabı başından aşağı geçirerek kahkahalar atabileceğini, bana muzur muzur bakıp başını iki yana sallaya sallaya saksı çiçeklerimi tek tek yolacağını, banyo sonrası ikimiz de çıplakken ve ben seni kurulayıp temiz temiz öpeyim şu kızımı derken üzerime işeyeceğini, burnumu öper gibi yapıp ısırıp kahkahalar atacağını sonra da "hadi hadi yok bişeyin" der gibi yanağımı sıvazlayacağını; yani ufacık insan evladının kocaman bir insanı bile her saniye şaşırtabileceğini öğrendim.

Kızım 11 aylıkken: Doktorun "ihtiyacı yok, emzirmeyi bırakın artık" dese bile, hala gece 3-5 defa uyanıp meme istediğinde, gözümden uyku akarken koşarak, duvara ve mobilya köşelerine çarpa çarpa odana gelip "ne zaman bitecek bu çile" diye düşünürken, senin minicik ellerinle kolumu sevmeye başlaman, yanaklarımı okşaman, burnumu şap diye öpmen, tüm bunları yapıp rahatlayınca da totonu öbür yana devirip uyumaya devam etmen ve benim bu ayrıntılarda mutluluğu bulmam.. Zor günler ve gecelerde bile, seninle bir güzellik olduğunu öğrendim.

Kızım 10 aylıkken: Totodan ittire ittire peşimde odadan odaya gidiyorsun ya, kapıların arkasına saklanıp anne burdaaa! diyince kikir kikir çığlıklar atıyorsun ya, babana her sabah el sallıyorsun ya, çimenlere oturup top oynuyorsun ya, cırtlak sesini pek güzel sandığın için her ortamda bıdı bada babuu diye şarkılar söylüyorsun ya, ağzına yaklaşan kaşığı bir darbede duvara fırlatıp önüne koyulanı kendi kendine yemek istiyorsun ya, her şeyi gösterip "thissss?" diye adını soruyorsun ya; işte bu ayın bana öğrettiklerinden sadece bir kısmı bu. Sadece bir ayda bebekten çıkıp çocuk olmaya geçtiğini öğrendim, boşuna demiyorlarmış sana artık baby değil de toddler diye!

Kızım 9 aylıkken: Bir pazar sabahının 7.15'inde evden koşa koşa çıkıp, spora gidip, otobüsle eve geri dönerken kızımı pek çok özleyince, otobüsün en arka kapısından inersem eve 1 metre daha yakın ineceğimin ve onu 10 saniye önce kucaklayabileceğimin hesabını yapabileceğimi öğrendim.

Kızım 8 aylıkken: (Delirmeden ve delirtmeden de) bebekle 14 saat uçak yolculuğu yapılabildiğini, tropik adalara gidilebildiğini, sevgiliyle romantik bir tatil geçirilebildiğini, dinlenilip(!) yepyeni bir enerjiyle eve geri dönülebildiğini öğrendim.

Kızım 7 aylıkken: "Oturma" denen eylemin yatarken çevrilip oturur konuma geçmek değil, sadece sırtında destek olmadan kendi kendine oturabilmek anlamına geldiğini öğrenip, kızımın bir aydır "oturduğunu" bu şekilde başkasından duyup da fark edebileceğimi (ayol yani ne kadar salak olduğumu) öğrendim.

Kızım 6 aylıkken: 40'a çıkan ilk ateşli hastalığının ne kadar korkutucu olduğunu, canavar hareketli ve gür sesli bebeğimi, ateşli ve sessiz sessiz yatan bebeğime yeğleyeceğimi, hatta buna bir an önce dönebilmek için dua edebileceğimi öğrendim. Ha bir de, yanağıma kondurulan o bol salyalı öpücüklerin bağımlısı olabileceğimi öğrendim.

Kızım 5 aylıkken: Yeni doğan bebeklerin asıl ihtiyacının beyin geliştirici oyunlar, uyaranlar, aktiviteden aktiviteye koşmak değil; rutin, sessizlik, sakinlik olduğunu, buna kavuşan bebeğin kolik sandığımız çığlık çığlığa ağlamalarının kesilivereceğini öğrendim. Bir de bu sakinliğin sadece 1 hafta sürebileceğini, süt vampiri bellediğimiz 5 aylık bebeğin iki alt dişini birden çıkarmaya azmedebileceğini, dişi çıkan bebek yemeğe başlar düsturuyla apar topar ek gıdaya geçiverebildiğimi de öğrendim.

Kızım 4 aylıkken: Bazı bebeklerin ne emzik, ne biberon istemeyebileceğini, gerçeği varken sahtesini ne yapayım diyen bebetoların ağızlarına dürtüp durmanın anlamsız olduğunu "nihayet" öğrendim. Ayrıca şu kanguru ya da sling denen şeylerin sadece bebek için değil, benim belim, kolum, boynum için de hakikaten mucizevi olduğunu öğrendim.

Kızım 3 aylıkken: Hayatın kırılganlığını, biricik ananeciğimin tornunun kızını göremeden, bir trafik kazası nedeniyle vefat ediverebileceğini, böyle bir acı karşısında ailecek kanatlanmanın ne kadar önemli olduğunu, insanın en önemli gücünün "ailesi" olduğunu öğrendim.

Kızım 2 aylıkken: Yanında bulunarak bebeği yüzüstü yatırmanın mucizevi bir şey olduğunu, süt arttıran besin diye birşey olmadığını ama süt arttıran psikoloji (boşvermek, rahat ve huzurlu olmak) diye birşeyin kesinlikle geçerli olduğunu, buram buram dökülen saçlarımın tüm evde duvardan duvara halı kaplatmışız izlenimi vermeye başladığını (böğk!) ve ister en pahalı şampuanı kullanayım, ister bakım kürleriyle kafayı bozayım, hiçbirinin işe yaramayacağını, durumu kabullenmek ve keltoş yaşama merhaba demek gerektiğini öğrendim.

Kızım 40 günlükken: Lohusa psikolojisinin korkunç değil, aksine harika olduğunu; çevresel stres olmadığı sürece, hormonlar nedeniyle deli gibi enerjik, mutlu olunabildiğini öğrendim. 40'ı çıkan bebeğin "bir günde değişmesi" denen şeyin safsata olduğunu da öğrendim.

Kızım 15 günlükken: İlk 15 gün boyunca melek gibi uyuyan, bizimle bira bahçelerine gelen, dışarılarda gezen sessiz kızımda Kolik denen illetin kitap gibi 15. günde başladığını, bu kadar küçük bir canlıdan bu kadar gür sesin çıkmasının mümkün olabildiğini öğrendim.

Doğum sırasında: Normalde kağıt kesiğine bile dakikalarca acıyla tepinen biri olarak, epiduralsiz, ağrı kesicisiz, normal doğum yapabildiğimi; kırmızı ojelerimle ve gür çığlıklarımla doğumhanenin "çılgın akdenizlisi" ünvanını söke söke alabileceğimi, bu arada kızımın da tam bir "fırlama" olduğunu öğrendim.

Doğuma 1 hafta kala: Eskiden kan aldırmaktan deli gibi korkan benim, yeter ki bebek içeride biraz daha uzun kalabilsin diye her sabah koştura koştura kan vermeye gideceğimi, yaşadığım karaciğer problemi nedeniyle normalden 3 hafta önce doğumun gerçekleşeceğini duyduğumda ilk düşüncemin "ama daha tulumları, bezleri hazır değil?!?" gibi absürd bir düşünce olabileceğini, dolayısıyla 36. haftadan itibaren doğuma ve bebeğe hazır olunması gerektiğini öğrendim.

Hamileliğin son üç ayında: Her hamilenin illa ki kocaman bir karnı olacak diye bir kural olmadığını söylemekten dilimde tüy bitebileceğini, 7 aylık göbekle koşu bandında koşulabileceğini, son dakikaya dek fiziksel aktivitelerden uzaklaşmamanın insana moral ve güç verdiğini, dostlarla içilen çayın, eşle çıkılan tatillerin, kendini şımartarak geçirdiğin günlerin bana ve bebeğime sağlık ve mutluluk olarak döneceğini öğrendim.

Hamileliğin ikinci üç ayında: Dedikleri kadar muhteşem bir dönem olduğunu, insanın hamileyken kendini ne kadar güzel, neşeli, sağlıklı ve umut dolu hissettiğini öğrendim.

İkili testin sonunda: Engelli bir çocuğa sahip olma olasılığının, insanın yaşamında karşısına gelebilecek en korkunç şüphe olduğunu, "eğer test sonucu pozitif gelseydi neye karar verirdim" düşüncesinin uzun süre kabuslarıma girebildiğini, "sağlık"ın sahip olduğumuz tek ve biricik "en önemli" olduğunu, gerisinin de boş olduğunu öğrendim.

Hamileliğin ilk üç ayında: Tüm evrenin, kainatın buram buram koktuğunu, özellikle de Çin mutfağı gibi koktuğunu; her köşe başında, iki adımda bir kusan birini gördüğümüzde "pis sarhoş!" diye yargılamamamız gerektiğini öğrendim.

Hamile olduğumu öğrendiğimde: İçime kelebek kaçmış gibi heyecanlanmayı; test çubuğunu masaya koyup, gidip gelip tekrar kontrol ederek, "hala hamileyim!" diyip tekrar tekrar heyecanlanmanın mümkün olduğunu öğrendim

Çalışmalara başlayınca:  Bir işe aşırı bir hevesle ve takıntılı bir şevkle başlayıp, iki yenilgide nasıl hemen demoralize olduğumu ve "olmuyo işte, bırakalım gitsin" dediğim anda hamile kalmamın beni nasıl şaşırttığını görünce; "çocuk yapma" işinin takıntıyla değil, eğlenceyle yapılması gerektiğini, insanın kendini rahat bırakıp, olağan hayatın akışına kapıldığında bu işlerin daha kolay olduğunu öğrendim.

13 Haziran 2014 Cuma

Kaynananın ortası yok mudur?

İki gün önce, Beyaz Atlı Prens'in iş arkadaşından önce ona, ondan da bana geçen, alttan üstten cırcır corcor ve tüm eklemleri özellikle de beli hedef alan korkunç ağrılarla kendini belli eden ve virütik olduğu düşünülen tuhaf bir hastalık geçirdim. Jet hızıyla gelip geçen bu hastalığa ben "36 saat hastalığı" adını verdim çünkü başlamasıyla bitmesi tam 36 saat sürüyor, neyse ki bu kadar hızlı geçiyor çünkü gerçekten kelimenin tam anlamıyla süründüm. Anne olunca öyle yayıla nazlana koltuk tepelerinde prenseslik yapamıyorsunuz tabii. Baba ve bakıcı bir arada bile olsa toplamı bile bir anne etmiyormuş azizim. Bu hastalık sırasında tek ebeveyn olmanın ne kadar zor olduğunu düşündüm. Başını yastıktan kaldıracak halin yok ve etrafta cıvıl cıvıl dolaşan, her an yeni bir oyun isteyen bir bıcırığın var.. Düşünsene.. Aman Allahım.. Sen yalnız annelere güç ver!

Velhasıl, tüm bunlar tabii ki Beyaz Atlı Prens'in de işyerinde en yoğun olduğu, ertesi gün projenin teslim edilmesi gereken günde olup bitti (sağolasın Murphy hiç sektirmiyorsun!). Dolayısıyla anne yatak döşek tuvalet, baba evde ama bilgisayar başında, bakıcımız zaten yok daha önce de bahsetmiştim. Ama doğrusu bu bana ders oldu, iyileşir iyileşmez ilk iş acil durumlarda başvurabileceğimiz güvenilir bir bakıcı arayışına başladım. Duyduğuma göre yaşadığım şehirde bu tip "hasta ve yalnız anne"lere özel profesyonel bebek bakım hizmeti varmış ve 7 gün 24 saat evinize uzman bir bakıcı gönderiyorlarmış. Medeniyet işte.. Ya da tek ebeveynlerin yaygın olması ve dertlerin ortak olması, arz-talep.

"E Beyaz Atlı Prens'in Elfgillerden annesine ne oldu, evlerinizin arası 10 dakikaydı hani, bakıverseydi ya?" dediğinizi duydum, ona geliyorum zaten.. Ben yataktan kalkamayınca kayınvalidemi aradık, ulaşamadık. Beyaz Atlı Prens kızı aldı biraz sabah yürüyüşüne götürdü ki ben bir saat uyuyabileyim belki toparlarım. Yürüyüş sırasında, pembe eşofmanlarını çekmiş, kulağına mp3 çalarını takmış, full makyajla bizim burdaki dere kenarında koşuya çıkmış bulunan Elfgillerden kayınvalideme rastlamışlar (dünya küçük tabii sevgili Murphy!) ve kayınvalidem "aa evet, geçmiş olsun, fakat benim şimdi koşuyu tamamlamam eve gidip duşumu almam hafif birşeyler atıştırıp gelmem biraz zaman alır, ben 1.30 ila 3.30 arası gelebilirim, sonrasında bu güzel havada kız arkadaşlarıma söz verdim, bira bahçesine gideceğiz" demiş. He aynen böyle. Aynen de öyle yaptı, geldi, 2 saat oturdu, kalktı, bu arada ben devamlı yatakla tuvalet arasında gidip geliyordum, kalktığını duymamışım ve kendisine bir teşekkür dahi edememişim, çok ayıp oldu...

Ya bak dalga geçmiyorum, aslında ben bu Elf kaynanamı çok seviyorum. Böyle tam benlik bir kadın, ne mıç mıç içiçeyiz, ne de selamı sabahı kesmiş haldeyiz. Haftada 1 gün 2 saat Maya'ya bakarlar, 2 haftada bir de biz onlara sabah kahvaltısına gideriz, genellikle her hafta bir sabah da telefonda konuşur, birbirimize kibarca esenlikler falan dileriz. Ben de yapı olarak biraz mesafeliyimdir insanlara, evime karışılsın, hayatım didiklensin, davet edilmeden gelinsin gidilsin, istemediğim halde bulaşıklarım yıkansın falan hiç kaldıramam. O nedenle, son derece egosentrik olup beni de kendini de mutlu eden bir kaynanam var çok şükür. Lakin, bazen - özellikle de bebek bakıcısına ihtiyacım olduğunda - kadının sabah koşusuna, yüzme seansına, alışveriş programına ya da sosyal aktivitelerine öncelik vermesi tabii bizim Türk kültürüne göre biraz ters geliyor. Şimdi "torun baldan tatlıdır" gibi atasözleriyle harmanlanmış toplumumuzda bana "vah garibiiim" diye bakanlarınız vardır eminim. Ama şimdi eğri oturalım doğru konuşalım, kayınvalidemin de bir hayatı var ve kadının hayatının odağı biz ve Maya değiliz, olmamalıyız da. Kendine bakıyor, yaşamının ikinci baharını doya doya yaşıyor (helal olsun) ve evet ihtiyacım olduğunda da yanımda, geliyor bakıyor Maya'ya üstelik bir de şu üstteki çilekleri gitmiş "kendin topla, kendin ye" bahçesinden organik organik toplamış, geçmiş olsun'a getirmiş. Daha ne isterim, hiç.. Ben mutluyum, o mutlu, herkes mutlu yani.

Bu "kaynana hadisesi"nin bir de bizim Türk kültürü versiyonu var biliyorsunuz. Bu versiyon benim kaynanamın tam tersi bir versiyon. Çocuk olunca eve gelip bir daha gitmeyenler mi ararsınız, çocuğa bakıyorum adı altında tüm hayatınıza karışan, kendi kafasına göre düzenleyen (donlarınızı bile elden geçirip işine gelmeyenleri çöpe atan "ama eskimişti yavruuum") mı ararsınız, hatta bu haftaki klasik kaynana dedikodusu sırasında bir arkadaşımdan şunu dahi duydum: "ay kaynanası demiş ki: "kızım sizin uykunuz ağır, çocuk ağlayınca hemen duyamıyorsunuz, koşamıyorsunuz, ben sizin odanızda kanepede uyuyayım da çocuk ağlayınca ben bakayım" !!!!!! YUH yani evet ama oluyor bunlar. Kaynanaların sınırı yok azizim. Üstelik bunu da size "iyilik olsun" diye, "yardımcı olmak için" yapıyorlar da kıymetleri bilinmiyor, ah bu gelinler aaaaaah.

Velhasıl, kaynanaların ortası yok sevgili gelinler, ya aşırı üstünüze titrerler ya da tamamen boşverirler. Ne kaynanalar gelinlere, ne de gelinler kaynanalara yaranabilir diyelim bitirelim en iyisi.

11 Haziran 2014 Çarşamba

Anne kokusu

"Bebek kokusu" denen bir şey varmış. Mış diyorum çünkü ben bu kokuyu bilmiyorum! Bebeğim olmadan önce, ailede ve yakın çevrede çocuk bulunmadığı için, belki topu topu 2-3 bebeği yakından gördüğüm için böyle bir kokunun olduğunu bilmiyordum. Bebeğim olduktan sonra ise, belki çok yakınımda olduğu için, kokusuna alıştığımdan ya da vücut kimyasalları benim ve eşimle aynı olan bir canlıyı bizden ayıramadığımdan yine bebek kokusu denen şeyi bilemedim. Millet öle bayıla "ooohhh bebek kokusu" dedikçe, diğer bebekleri koklamaya, merak etmeye başladım. Internette bebekler kokmaz, kokuyorsa şu hastalık olabilir gibi bir yazı da okudum şurada.

Dün mesela, yeni oğlu olan bir arkadaşımıza gece oturmasına gittik. Yahu biliyorum yeni bebeği olana öyle uzun gidilmez, bir merhaba denir hemen kalkılır, rahatsızlık verilmez ama bunlar kendileri istediler, ille de gelin bahçede barbekü yapalım diye tutturdular. Üstelik bebeği kucağıma verip, babalar barbeküye, yeni anne de salataya girişti. Kucağımda 8 haftalık bir bebek, yanımda ona dik dik bakan ama meme çıkarılmadığı ve bebek Lorenz'e sunulmadığı sürece müsamaha göstereceğini belirten bir Maya.. Bebek Lorenz'in gıkı çıkmıyor, vay be, koliksiz bebekle hayat ne kolaymış. Böyle bebek olsa 10 tane yapar insan, ağladığında bile sesi mıyk mıyk kedi gibi çıkıyor. Maya evde ağlarken ben teee sokağın köşesinden duyardım, 10 bebek kaplan gücündeydi kendisi. Velhasıl enteresanmış uslu çocuk.. Öyle bakıyor sağa sola, arada emiyor, arada uyuyor, ayol masa başında oturup sakince yemek bile yedik uzun uzun! Maya ile ilk 5 ay yemek yiyememiştik biz. Ay kıskanmıyorum tabii, sadece şaşırdım böyle bir opsiyonun varlığını görünce (ne çekmişiz biz be, helal olsun bize hehehe). Neyse konuya dönelim, Lorenz'i kokladım uzun uzun. Ama yok, bebek kokusu denen şeyi anlamıyorum, alamıyorum.. Oysa burnum hakikaten iyidir, bazen insanlar "kedi gibisin" diye iltifat ederler, sağolsunlar. Bu durumda ya bebek kokusu denen şey safsata ya da benim burnum bu kokuyu ayırd edemiyor. Ha temizlenmemiş bebekte süt kokusu, kaka kokusu falan ayrı tabi.. Onu almamak pek mümkün değil, resmen dörtlü park lambaları yanıp sönen bir otomobil gibi!

Velhasıl; bebek kokusu olmasa da, anne kokusu var. Onu biliyorum..

Kızım bazen gelip bana sarılıyor, başını çöööt diye nereye bulsa oraya deviriyor ve gözlerini kapayıp burnunu aça aça kokluyor beni! Tuhaf ama sevimli bir durum. Patrick Süskind'in "Koku"sunu hatırlıyor, biraz ürperiyorum ama hayra yoralım..

Geçen gün, dev bir meyve salatası yaptım, kızlar gelecek diye.. İçine şeftali, üzüm, çilek, elma ve armut koydum. Salatayı buzdolabına koydum, kızlar gelince çıkardıysam.. Nasıl ananem kokuyor! Nasıl ananemin yazlık evi kokuyor! İnanılmaz! Sanırım armut, şeftali ve üzüm yazlık evin dolabında hep olduğu için.. Maya gibi gözlerimi kapattım, ananem gibi koktu her yer.

7 Haziran 2014 Cumartesi

Doktor civanım, benden uzak dur

Geçen akşam Maya'nın bezini açtığımda kasığında baya sert yuvarlak bir yumruya rastladım. Tabii paranoyak anne kişisi kanserden fıtığa her şeyi düşünüyor. Özellikle bebeklerde fıtık son derece önemli, hayatı tehlikeye kadar gidebilen bir hastalık (buyrun burdan okuyun). Gece boyu gözüme uyku girmedikten sonra soluğu sabah erkenden doktorda aldık ve çok şükür ki sadece 3 hafta önce geçirdiği enfeksiyona ya da iki hafta önce olduğu kızamık aşısına bağlı, lenf bezinin büyümesi ve dıştan ele gelmesiymiş. Normalmiş, bir süre sonra kaybolurmuş. Rahatlayıp eve döndük. Ertesi sabah Maya huysuz uyandı ama huysuzluk Maya'nın "maya"sında olduğu için üstüne düşmedim, zaten bu sıra iki de azı dişi çıkartıyor ondandır dedim. Ama öğlene dek huysuzluğu katlanarak artıp, devamlı kucak istemeye, 5 dakika ara vermelerle 4 saat ağlamaya ve öfkeden kızarmaya, terlemeye, eliyle karnını tutmaya falan dönüşünce, binbir zahmet uyuduğu öğle uykusundan uyanır uyanmaz soluğu yine doktorda aldım. Bu sefer bende de şalter iyice attı artık, her sefer gittiğim doktora değil, kızlardan birinin önerdiği bir başka doktora gittim.

Aslında bu "doktordan doktora dolaşmak" hali benim hiç yapmadığım birşeydir. Annemle babam doktor oldukları için, onların sosyal çevresinde de genellikle diğer doktorlar bulunduğu için, büyürken onların hasta profilini gözlemleme şansım oldu. Doktorların en sinir oldukları hasta tipi onlara güvenmeyen, illa ki bir başka doktora da gözükmek isteyen, o doktoru da beğenmeyen, bir başkasına koşan yani kısacası kendi doktor olmadığı halde sağdan soldan duyduklarıyla doktorculuk oynayan ve kendi fikrini onaylatamadığı hiç bir doktoru da beğenmeyen "çok bilmiş hasta" tipidir. Bu hasta tipinin klinik psikolojideki karşılığı olan, anksiyete ve üstüne çeşitli kişilik bozukluğu hastaları yıllarca benim de başımı ağrıttı, açıkcası bir fırsatını bulup "bilgisi ve tecrübesi benden daha derin" (meali: daha sabırlı) bir başka meslekdaşıma paslayıp kurtulma yolunu seçtim. Çünkü bu tip insanlara ne yaparsanız yapın beğendiremezsiniz ve başınıza bela olurlar. Ne yazık ki insan anne olunca bazen endişenin dozunu kaçırıp kendisi de bu tip "can sıkıcı" bir tipe dönüşebiliyor. Endişe insana hiç bir olumlu getirisi olmayan, kendini yoran, çevresini bıktıran bir durum gerçekten de. Velhasıl, anneliğin hamurunda endişe var ne yazık ki. Bunu makul limitlerde tutmak ve mantık boyutunu aşmamak tüm annelerin temel ödevi.

Normalde Maya'nın doktorunu seviyorum. 50'li yaşlarda, oldukça tecrübeli ve bilgili bir adam. Sevmediğim durum şu; bu tip bilgili ve tecrübeli doktorlar ne yazık ki hasta zengini ve dolayısıyla zaman fakiri oluyorlar. Doktor işini hızla ve titizlikle yapıyor ama artık araları gittikçe azalan rutin kontroller 15 dakika bile sürmüyor. Mesela burada U6 denen 1 yaş kontrolü şip şak bitti, ben daha sorularımı dahi soramadan kapının önündeydik. U7 burada 2 yaşında yapılıyor yani 1 sene sonra. E ben kime danışacağım on yüz bin endişemi? Hayır doktorun dediği, tek cümle: fiziksel, bilişsel ve psikososyal tüm gelişimi normal. Bu kadar. Türkiye'deki annelerin bloglarına bakıyorum da, kan alınmış, idrar bakılmış, vitaminler, ek besinler sunulmuş. Bunların hiçbiri gerekli görülmedi, yapılmadı. "Bebeğe gereğinden fazla stres yaşatmamak, gereksiz tahlillerle hem hastayı hem sağlık sistemini yormamak" burada doktorların mottosu. Haklılar da bence. "Herşey normal"se neden kurcalıyorsun.. Ama işte dediğim gibi annelik endişe demek, annelik özel ilgi görmek istemek, on yüz bin kez "çocuğunuz sağlıklı"yı duymak istemek ve sonsuz "neden böyle, neden şöyle"lerinize net yanıtlar almak istemek demek.. Ama işinde uzman doktorun, annelik paranoyalarıyla uğraşacak vakti ve enerjisi yok. Özellikle sizden sonraki anne ve 40 derece ateşli bebeği bekliyorsa hiç yok.. Haklı da.

Ama dediğim gibi, içime endişe kurdu düştü. Neden sağlıklı bir çocuk 4 saat ağlar? Haydi başka doktora... Bu doktor daha genç, daha tecrübesiz, daha az hastası ve dolayısıyla daha çok zamanı var. Gittim tüm sorularımı sordum 30 dakika boyunca ben konuştum, o dinledi. Maya'nın orasına burasına baktı. Cevap yine aynıydı: Çocuğunuz fiziksel, bilişsel ve psikososyal açıdan sağlıklı. Peki neden 4 saat ağlıyor? Çünkü bazen çocuklar da bizim gibi sol taraflarından kalkar ya da alışkın olmadığı bir gıdadan gaz sancısı olabilir ya da çıkardığı azılar olabilir ya da sadece canı kucak istiyor olabilir. Bazı çocuklar "high-need baby" (yüksek ihtiyaç içindeki bebekler)dir.. Bir nedeni yoktur.. Dedi. Haklı.

Eve gelince düşündüm, aslında "high-need" olan bebek değil sanırım benim. Ben doktordan, annemin de sık sık bahsettiği "daha hasta kapıdan girerken neyi olduğunu anlıyorum" türünde sadece "uzman bakışı" istemiyorum, benim seviyeme insin, benimle uzun uzun konuşsun, endişelerimi gidersin, bana özel bir hastaymışım gibi davransın istiyorum. Belki ailede ve çevrede fazla doktorun olması ve hepsinin de üzerime titremeleri nedeniyle böyle bir hipersensitivite geliştirdim doktorlara karşı.. Tabii ki normal değil bu. benim anne olarak kendime güvensizliğimden kaynaklanıyor. Ama öte yandan, doktorun ya da genel anlamıyla doktorların bu ketum davranışlarına da siniz oluyorum. Onların hastayı insan gibi değil de makina gibi görmelerinden hiç hoşlanmıyorum. Karşındaki insanın psikolojisini hiçe sayarak "evet, aldığımız dokuda kanser olduğunu gördük, kemoterapi başlanacak, 12 seans alacaksınız" gibi bir cümleyi duygusuzca ve dannn diye söyleyebiliyor olmalarından nefret ediyorum. Anlayacağınız doktorlarla aşk ve nefret ilişkisi içindeyim..

Tüm bunlar olup biterken, hayatımdaki doktor dozu az gelmiş gibi bir de Noah Gordon'un "Hekim"ini okuyorum, içim dışım doktor oldu, artık fenalık geldi. Lütfen hastalıklar, sağlık sorunları, doktorlarla ilişkiler (ailedekiler hariç tabii), ilaçlar, iğneler, tedaviler bir süre benden ve ailemden (ve de siz okuyanlardan) uzak olsun. Amin!

4 Haziran 2014 Çarşamba

Bebek ve bisiklet

Türkiye'de büyük şehirlerin çoğunda bisiklet kullanmak, hele hele çocukla bisiklet kullanmak ne yazık ki düşünülemeyen bir durum. Aslında son yıllarda bazı şehirlerimizde bisiklet yolları ya da deniz kıyısında geniş alanlar yaratılıyor. Henüz yeterli ve güvenli değil bu alanlar ama yine de bizim gibi bisiklet üzerinde büyüyen bir neslin çocuklarının da bir gün bu yollarda güvenle bisiklet süreceklerine dair bir umut. Ve belki bir gün ülke genelinde bisiklet yolları, bisikletçilere saygılı araç şöförleri, güvenli ve zevkli bisiklet kullanımı yaygınlaşır.. Kim bilir.. O güne dek bu yazım çok anlam ifade etmeyecek ama yine de bisiklet seven ve bebeğine bisiklet sevdirmek isteyen anne babalar için belki bir rehber olur.

Hamileliğimin 5. ayına dek her gün bisiklet üzerindeydim, sonra havaların soğuması ve zeminin kayganlaşması nedeniyle kendime güvenim azaldı, bisikleti doğuma 1 ay kalana dek sadece spor salonunda sabit şekliyle kullandım. Bisiklet hem eğlenceli hem de kondisyon kazandıran bir spor. Bebek olduktan sonra hemen "bebekle nasıl bisiklet kullanabilirim?" diye araştırmalara başladım ve bebek başını tutmaya başladığı andan itibaren bisikletin arkasına takılabilen römorkların kullanılabildiğini öğrendim. Uzun araştırmalar sonucunda Croozer marka bisiklet römorku hoşumuza gitti; son derece şık, kullanışlı, rahat, geniş oturma ve bagaj alanı, hem bisiklet arkasına takılma, hem jogging yapan ebeveynin kullanımına uygun, hem de günlük elle itmeli bebek arabası şeklinde kullanımı ile avantajlı bir marka Croozer. Bu haftasonu ilk olarak test ettik, onayladık. Hem asfaltta hem de ormanlık alanda rahat kullanılıyor ve bebeklerin çok hoşuna gidiyor. Yağmurluğu ve sinekliği ile yaz kış kullanılabilmesi, bebek içinde uyuyabilecek kadar rahat tasarımı ve bisiklete sök-çıkar sisteminin şip şak rahatlığı ile son derece tavsiye ederim. Türkiye'de şu linki buldum, ilginizi çekerse.

Croozer ile haftasonu biraz gezdik. Bahsedip durduğum eve 5dk. uzaktaki ortaçağ şatosuna gittik, bu haftasonu şarap festivali vardı ama sabahın 8'inde sadece köpekli ve bebekli insanlar ve bir de kazlar kuğular ördekler vardı etrafta. Kuğuların iki yeni yavrusu olmuş, inanılmaz koruyorlar, köpeklere saldırıyorlar falan. "Kuğu gibi ebeveynlik" diye bir deyim olmalı valla.. Bize de dik dik baktılar ama yanımızdaki bücür sanırım onlara güven verdi, tıssssslamadan, totomuza birkaç gaga darbesi almadan kurtardık.

Croozer dışında bir de bisikletin önüne ya da arkasına monte edilen sistemler var. Bisiklet önü için kullanılan sistem daha ufak bebekler için. Avantajı, anne ya da babanın bebeği devamlı göz önünde tutuyor olması ve ani bisiklet kazalarında sanki biraz daha güvenli gibi durması. Ayrıca çocuğu rüzgar ve çamur sinek vs.den koruyan güneşlik de takılabiliyor. Bisiklet arkası sistemler için ise çocuğun biraz daha büyümesi, en azından ani fren ve direksiyon kırma darbelerinde baş ve vücudunu daha iyi yönetebilmesi öneriliyor. Burada 1 yaştan itibaren yaz kış demeden bisiklet arkasına oturtuluyor çocuklar. Hatta kışın ayazında dahi bu şekilde efil efil yuvaya giden çocuklar görüyor ve ben şahsen kendim titrek biri olduğum için şaşırıyorum. Tabii ki kask zorunluluğu var.

Ayrıca mini mini insanlar direkt iki tekerli bisiklet ile yollara salınmış haldeler. Daha yürümeyi yeni öğrenmiş miniklerin totosuna yürüme bisikleti (Laufrad) yapıştırıveriyorlar, onlar da bıdı bıdı sürüyor valla. Burada bizdeki gibi yan tekerlek kullanan çocuk hiç görmedim daha. Bir de dört tekerlekli bobby car'lar ve kaykayın biraz kolay şekli roller'lar var ki bu sonuncusunu ben de aldım kendime, çok eğlenceli gerçekten. Burada baya revaçta, takım elbiseli insanlar falan kullanıyor yani :)

Maya bisikletli yaşamın ilk basamağını çıktı Croozer ile, bundan sonraki basamakları ve kullandığımız markaları da sırası geldikçe yazacağım sizlere. Haydi bakalım. Düt düüüt!

1 Haziran 2014 Pazar

Doğum günü Vol.1 :)

31 Mayıs 2014, bugün tam 1 yaşında bizim Bambina! Bu doğum günü ilk olduğu için biraz abarttık sanırım; ayarını tutturamadık kutlamaların. Pasta desen pastanın, hediye desen hediyenin, kutlama desen kutlamanın dibine vurduk. Tam görmemişin bebeği olmuş 40 gün 40 gece 40 zil takıp oynamış ayarında bir delilik hali yaşadık. Nasıl bu hale geldik ben de anlamadım ama inşallah barı ilk seneden bu kadar yüksek kurunca diğer senelerde de böyle cinnet halleri yaşamayız, biraz olgunluk, biraz ağır ebeveynlik diliyorum kendimize. Ağır demişken, kantarda ağır değil tabii - şu an midemde birkaç kilo böğürtlen, ahududu ve vişne dans ediyor, resmen ekmek bulamadığımız için pasta yemiş ve hatta şu güne dek şeker nedir bilmeyen kuzuya bile bir dilim çilekli kremalı hiç de organik olmayan ve bol boyalı ve de son derece katkılı doğum günü pastasını hapur hupur yedirmiş haldeyiz (3 yaşına dek şeker vermiycem dediysem çocuğu doğum günü pastasından mahrum edecek kadar sapıtmadım yahu, affola).

Aslında bu hale nasıl geldik ben gerçekten anlamadım çünkü biz üçümüz sakince kutlayalım diye karar vermiş ve hatta Maya hayvanları çok sevdiği için keçileriyle ünlü bir Bavyera çiftliğine kısa bir ziyaret yapma ve efendi efendi evimize dönüp uyuma kararı almıştık. Niyet böyleydi ama kısmet kendimizi kaybetmekmiş..


Güne sevgili annemlerden, kuzenlerim ve teyzelerimden gelen demet demet çiçek ile başladık. Ev resmen El Hamra sarayının bahçelerine döndü, sağolsunlar, bir papatya koparmak deyince tümden ormanı söküp getiren bir ailem var benim. Çiçek işini fazla ciddiye alıyoruz, neyse ki kopartılanların birkaç katı da dikiliyor, ekiliyor, yetiştirilip konu komşuya köküyle, meyvesiyle dağıtılıyor falan. Çiçekçiye dönen evden çıkıp babannenin evinde ekmek bulamadığımız için pasta yediğimiz kahvaltı sefasına katıldık. Elfgillerden kayınvalidem Maya'ya ilk piyano dersini de vermiş oldu (iyi ki doğdun, BAM BAM BAM).


Ordan eve döndük, mini minnoşun dev pastası geldi, ben iki üç çeşit şip-şak organik el emeği göz nuru atıştırmalık hazırladım. Akşam bizim bahçedeki meşhur vişne ağacının altında bizim kızlar, eşleri ve bebeklerle parti yapacaktık. Sağolsun hava nanik yapınca piknik-partiyi evin salonuna taşıdık. Oh cümbüşü görmeliydiniz, Maya'nın 120 parça tahta blog seti duvardan duvara fırlatıldı, alınan hediyelerin üzerinde tepinildi, hele bir davul sopası vardı ki vallahi her bebeto elden ele geçirip illa bir ağzına atıp azı dişlerini kaşıdıktan sonra tercihen babaların kafasına fırlatıldı falan, oldukça "tipik" bir bizim kızlar toplantısı işte.


İşte üstte de devamlı bahsettiğim "bizim kızlar"ı ve ard arda 1 yaşına giren bebetolarını da görün tanıyın istedim, solumda Anna ve oğlu Chris, sağımda Noelia'cığım ve oğlu Cayetano, en sağımda Susi ve oğlu Kaspar :) Kafadar dörtlü, kudurukluğun mola anında uslu uslu oturur ve 5 dk sonra nereye nasıl saldırsak diye stratejik çalışmalar yaparken.. Alt komşuya "polis çağırmadığı için" (burda huysuz Avrupa'lılar arasında adettendir böyle partileri polis kortejinde sonlandırmak) pasta götürüp teşekkür ettim parti bitince.

Evi hengameyle bıraktık, çıktık, birkaç bekar dostla eve 5 dk uzaktaki ortaçağ şatosunda düzenlenen şarap festivaline giderek ayrı kutlama yaptık. Ben hala elma sulu maden suyuna talim (felek ben seni neyleyim, Susi bile emzirmeyi bitirdü bu hafta, bi ben kaldım montofon montofon!)


Özetle, bu gün kendimizi yitirdik ve tek bebeğe üç pasta kesildi, üç kez hip hip hurraaaa denildi, içinde bisikletlerimize takılan römork şeklindeki bebek taşıyıcısının ve Maya'ya pembe(!) bir arabanın da olduğu on yüz bin hediye verildi. Şımarık şey, pek de mutlu oldu. Gününü doya doya kutladı, ilgi odağı olmanın keyfini çıkarttı. Eh herkes senede bir gün şımartılmayı hak ediyor be dostlar....